Beş Yaşında Gittim Kendime...
Okumayı yazmayı öğrenmeden önce, beş yaşında yazarlığa başladım ben, sonra okumayı öğrendim. Yıllar sonra yazarlığın ne olduğu öğrenecektim elbet; onu tanımadan o oluvermiştim galiba.

Önceleri içimde tanımadığım, bilmediğim fısıltılar duymaya başladım.

Yürek ülkemde birileri kitap okuyormuş gibi hem de.

Başımı yüreğimin dizleri üstüne koyup dinledim kendimi, günlerce ve hatta gecelerce... Ve o yolculukta gidiyorum hala gündüz ve gece.

Sahi neydi bu fısıltılar, içimde bu kitabı can kulağıma okuyan kimdi? Bilmiyordum. Ten kulağıyla değil, can kulağıyla dinleyen ben miydim yoksa? Hem okunanın bir kitap olduğunu da bilmiyordum ki. Sonra kitap neydi ki?

Onu hiç hiç bilmiyordum. Yazarlık neydi, adını bile duymadan, Yaradan onun kıyafetini üstüme giydirmiş, ellerime bir kalem tutuşturuvermişti işte.

Şükürler olsun Yaradan'ın verdiği bu yüce nimete.

Yüreğimde duyduğum bu fısıltıların kaybolup gitmemesi için kendimden büyük ablalara yazdırarak saklıyordum ki okuma yazmayı öğrendiğimde onları kendim yazıp yıllara saklayabileyim.

Denizi duymadan sahili, sahili görmeden limanı yazdım; marifet bende değildi elbet; iç fısıltılarımdan gelen sesteydi ve kalemimin gözüyle gördüklerimde. Duyuran ve gösteren 'O'ydu elbet.

Yazdım... Gece gündüz yazdım. Kağıtları bir bir avuçlarımın içinde büzüştürerek attım, yenisini yazdım, yine yazdım...

Ben artık tek değildim, iç fısıltılarımla birçok kişiydik.

Çok sessiz durduğum zamanlarda bile içimden ne çok konuşurduk, iç fısıltılarımla. Sonra kalem kağıtla kalabalıklaşırdık ve parçaları toplayıp bütünün kalabalığını sayfalarımda resmederdim.

Ve ben artık bilinmez bir yola çıkmıştım bile; o yolda bir tek ben vardım, birde iç fısıltılarım ve onca gizli kalabalığım.

Öyle yalnız bir çocukluğum oldu ki; bütün çocuklar oyunlar oynarlarken, ben hep kenara köşeye çekilir onları izlerdim. Onları izlerken kulaklarım hep iç fısıltılarımda olurdu. İçine kapanık bir çocuk değildim elbet, ancak kendimi dinlemeyi çok seviyordum, halada öyle. Beni gören yalnız bir çocuk sanırdı, oysa ben öylesine kalabalıktım ki, öylesine gürültüler içindeydim ki.

Hep konuşurdum; mesela başına güneş geçmiş ve hala gölge veren ağacın gözüyle de bakardım etrafa, sonra döner onunla da konuşurdum.

Çaresizliğiyle bakardım yara bere almış yapraklarına.

Oradan uzaklaşır bir sokak lambasının gözüyle de bakardım; çocukların oyun oynadığı sokağa. Yeni perdelerin ardındaki şahşahalı hayatlara ve eski perdelerin ardındaki yıpranık hayatlara bakardım.

Sokak lambasıyla konuşurduk saatlerce; o loşunu yüreğime tutar, iç fısıltılarımı dinlerdi ve bende onun sessiz lisanını...

Ben sessizliğimle konuştuğum kadar, çığlıklarımla konuşmadım hiç.

Deli miydim, akıllı mıydım bilmiyorum ama yol ayrımım farklıydı bunu biliyordum. Ve o yolda yalnız yürüyeceğimi, yalnızlıkla el ele, kol kola yürüyeceğimi çok iyi biliyordum; zira dilim farklı konuşuyordu, kulaklarım başka duyuyordu benim.

Başka çocuklar gibi olmayı da denedim elbet; bir bebekle oynamak neydi bilmek istedim ancak ne saçma bir şeydi; ruhsuz bir şeyi var sanmak kadar kendimi kandıramadım hiçbir zaman.

Beş taş oynarken sonuç düşündürmüyordu beni.

Belki de her şey düzdü de, mecnun olan benim hayatımdı ama mecnun olsa da Leyla'sı bendim o hayatın. Nefesimde ordaydı, bedenimde.

Benim doğduğum yerlerde o zamanlar şairlere yazarlara deli denirdi; hoş akıllı oldukları da söylenmez ya. Mecnuni bir işin akıl tarafı ne ola ki?

Annem bana kızdığında 'Hayvan' dercesine 'Şair şair' diyordu.

Kardeşlerimle kavgaya tutuştuğumuzda 'Yazar yazar' diyorlardı;

zira şairde, yazarda küfürdü.

İçinde olduğum bu gizemli dünyanın adını küfür olarak kulağıma haykırsalar da ben o küfrü de seviyordum; zira o küfür bendim, kendimdim.

İşte böyle bir dünyanın içinden çıkıp yol almak, yazılarını bir evlat gibi şefkatle gizli gizli dünyaya getirmek, kundağa sarmak hiçte kolay değildi.

Ancak bir annenin evladına verebileceği bir sabırdı, bir sevgi ve bir şefkatti yazarlık. Eğer yazarlık buysa ben beş yaşında o mutfakta kendimi pişirmeye, demlemeye gitmiştim; beraber pişecektik, beraber büyüyecektik. Merdivenin en alt basamağından başladık; Evrelerde, Mevsimlerle, Elementlerle, Dört Aklın Türevleriyle başladık... Arıdan bal, yılandan zehir aldım kalemimin mürekkebine...

Ben bir ademoğluna aşık olmadım hiç, dünya nimetlerine de aşık olmadım; aşkım benim içimdeydi; sürükledi beni yürek ülkeme ve giderek koptum her şeyden ve herkesten.

Aşık Veysel'in gittiği uzun ince, gündüz gece yolculuğumda başını pencereye dayamış gittim ve gidiyorum hala...

Sahi beş yaşından beri kaleme sevdalı, yazıya tutsak,'Söz'e aşık, 'Ses'e 'Söz' olmak, neydi?

Sahi neydi yazarlık, neydi yazmak, neydi kelimeler arasında yolculuk yapmak ve kaybolup gitmek, halvetleşmek?

Hem de kendine gitmek, taaa içinin içine, hem de iç yolculuğuna çıkmak, hem de bir ömür boyu, üstelik dönüşü pek mümkün olmayan, ki zaten bu yolculukta hiç bir gidenin döndüğü görülmeyen, hep ama hep o yolculukta kalmak istenen bir yolculuk?  

Sahi neydi, kimdi bu yolculuğun makinisti?

Kimdi ki bunca el eden, işar eden, cilvesi ki aklı baştan alan?

Çocukluğumu bir valize koyarak, tutmuştum yüreğimin ellerinden,  zaten edebiyat trenine hali hazırdaydım ben. Bir gece yarısı makinist öyle bir düdüğü çaldı ki, apar topar,  beş yaş idraksizliğini umursamadan; o gece parmak ucuna basa basa çıktım iç yolculuğuma ve bir daha hiç dönmedim kendime ve ben hala ordayım,  kendimde, içimde, yürek ülkemde... Sevgilerimle. DİLEK EJDER



2014-03-22