Bu sayfadaki içerik, Adobe Flash Player'ın daha yeni bir sürümünü gerektiriyor.

Adobe Flash player Edinin


GÜNDEM POLİTİKA DÜNYA EKONOMİ SPOR 06 Temmuz 2014
Fevzi GÜNENÇ
Fevzi GÜNENÇ kimdir?
1940 yılının şıra zamanında, 1 Eylül Dünya Barış Gününde Gaziantep’te doğmuşum. Öğretmenlik, metin yazarlığı, tiyatro oyunculuğu, gazetecilik, öykücülük yaptım. Sayısı 50’yi aşan sahne için çocuk oyunu, bir o kadar radyo oyunu, çocuk romanları, yüzlerce çocuk öyküsü, çocuk şiirleri yazdım. İlgi alanım çocuk edebiyatı. Ama toplumsal olaylara da duyarsız kalamadığım için sıklıkla köşe yazıları yazıyorum. Erişkinler için yazdığım edebi yapıtlarım da var. Bu bağlamda 1991 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülü birinciliğini kazandım. Ödüller aldım bir yığın... Ulusal bir gazeteden Emekli oldum. İki çocuğum var. Ayıp olur öbürlerini saymazsam: kendileri için yazdıklarım da çocuklarım değil mi? Dünyanın dört bir bucağındaki sarı, kara, beyaz, kızıl derili olan kimileri kurşunlardan, bombalardan, kimileri açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan ölen düşlerinde bile gülemeyen, daha yaşamanın ne olduğunu anlamadan, ölen çocuklar öldüklerini bile bilemeyen çocuklar benim çocuklarım değil mi?
Email: [email protected]
  YAZARIN SAYFASI
Bugünlere böyle gelindi...
Bugünlere böyle gelindi vatanı satasınız diye değil

Aşağıdaki yazı kurtuluş savaşı yıllarından bir anı. Ağlamadan okuyabilen varsa insanlığından kuşku duyarım. 
İbrahim Göktürk'ün 10 Kasım 1964 yılında Ulus gazetesinde yayımlanan bu yazıda Zihni Kavukçu'nun ağzından pek bilinmeyen bir Ankara gecesi anlatılıyor:

"Ben Kurtuluş Savaşı sıralarında Ankara'nın Samanpazarı semtindeki bir askeri hastanede sağlık memuruydum. Hastane dediysem öyle ahım şahım bir bina ve kurum aklınıza gelmesin... Burası, o zaman ilk Rus Elçiliği binasının arkalarına düşen koca bir konak bozuntusu ve bozuk bir evdi. Odalar, koridorlar, merdivenler, haraplıktan gıcırdar dururdu...

O günlerde muhtelif savaş cephelerinden durmadan hasta ve yaralı askerler buraya sevk ediliyordu... Hastanemiz yüzlerce yaralı ve hasta ile ağzına kadar doluydu. Buna rağmen binada sağlık personeli olarak bir ben, bir tek de doktor vardı... Nizamiye kapı nöbetçimiz, ünlü kadın kahraman Kara Fatma idi.

Elimizde ilaç yoktu ve ameliyat aletleri pek basit ve sınırlı şeylerdi. Tek doktorumuz ise bir operatör bahriye binbaşıydı. Tabii o zaman kendisi hastanenin her şeyi sayılırdı. Sarı saçlı,yakışıklı, babacan bir deniz subayı. Kasımpaşa'dan kaçarak gelmiş buraya. Üstelik sesi de güzel ve yanık.

Rakı bulursa birkaç tek atar akşamları. Bir taraftan hem yanık türküler söyler hem de isli bir petrol lambasının altında yaralıların ameliyatını yapar, kurşunları çıkarır, masanın üstüne dizerdi.  Gündüz çalışmaları yetmediğinden geceleri de bu operasyonlar geç vakitlere kadar devam ederdi.

Bu esnada ben de kendine yardım ederdim. Tabii o vakit hemşire filan hak getire... Ayrıca balık istifli yaralı ve hastaların inilti, feryat ve figanları çevreden duyulurdu... Yokluk ve yoksulluk diz-boyu, battaniye, karyola v.s. bulmak veya almak olanaklı değil... Üst makamdan bazen çaresiz istersek resmen: "Var olanla yetinin" diye yanıtlanırdı...

Yine kanlı cephe muharebelerinden sonraki gecelerden birindeyiz... Hastahane yaralılarla dopdolu... Tek operatörümüzle ameliyat odasındayız. İsli petrol lambası tepemizde...

Ortalık dağınık, karışık, ben yerimdeyim. Doktorun sarı saçları terli anlına yapışmış.Beyaz gömleği kan ve leke içinde... Ağzında tatlı, özlemli, bir İstanbul türküsü, habire yaraları kesiyor, biçiyor, temizliyor, sarıyor, dikiyor. Bir yaralı masadan kalkarken yerine başkası yatırılıyor...

Tam bu sırada odaya bir kaç gölge ve ayak seslerinin girdiğini hissettim. Ve sertçe bir ses: "Kolay gelsin doktor bey!" dedi. Başlarımızı uzatarak dikkatle baktık: Gelen Gazi Mustafa Kemal'di... Sessizce binadan içeri girmişti. Hâl ve hatırımızı sordu ve: "Doktor, hele bir hastaneyi gezelim," dedi.

Hep beraber odaları, koğuşları, koridorları gezerken ve yaralıları üst üste balık istifi tahtalar üzerinde görünce, Gazi Mustafa Kemal'in gözleri birden şimşeklendi ve: "Kaç hastanız var? Karyola, battaniye ve yatağınız yok mu?" diye sordu.

Doktor, altı yüz hastanın olduğunu, var olan yüz karyolayı kurduklarını ve gereksinime yetmediğini söyledi. Gazi Mustafa Kemal bir an düşündü sonra:

"Şimdi beş yüz tane yatak ve karyola göndereceğim. Hem iki saate kadar bunların hepsi kurulmuş olacak ve yerde yatan tek bir nefer görmeyeceğim!" dedi. Ellerimizi sıkarak yanındakilerle birlikte hızla ve yıldırım gibi hastaneden uzaklaşıp gitti.

Uykulu gözlerle saate baktık; gece yarısından üç saat sonraydı; Baştabiple birbirimize bakıştık. O zamanın Ankara'sında ve savaşın en civcivli günlerinde bir gece iki saate değil beş yüz karyola ve yatak, elli tane bile zor bulunuyordu...

Hatta doktor; "Bu akşam Gazi, bir iki tek fazla atmış galiba." dedi. Onun gerçeklerine, bizim hayalimiz bile erişemezdi. Gülüşerek odamıza uykuya çekildik. Neden sonra idi ki kapının vurulmasıyla derin yorgun uykumdan uyandım... Kapıdaki er: "Gazi'nin yatakları geldi, hemen kurulacak!" dedi.

Kulak verdim, etraftan gıcır gıcır bir sel halinde sesler, uğultular, sert emirler birbirine karışıyordu. Pencereden başımı uzattım. Sayısız kağnılar birbiri ardınca gıcırtılarla Samanpazarı yokuşu yollarından hastaneye doğru akıyordu. Tan yeri neredeyse ağaracak gibi. Aradan iki saat geçmiş.

Gazi'nin buyruğuyla beş yüz yatak ve karyola aynı gece Ankara'nın evlerinden teker teker toplanarak kağnılara yükletilmiş. İşte gelen onlardı... İçlerinde öyleleri vardı ki daha hiç kimse yatmamış. Alta serilmemiş... Kar gibi, genç kızların rüyası olan gelinlik çeyizleri idi. Nice sırmalı, nakışlı örtüler, yastık yüzleri, atlas yorganlar, daha katlarından açılmamıştı bile...

Hayretler içinde kaldık... Önceki sözlerimizden utandık... Ve sıcak sevinç yaşlarımızı tutamadık. Gözlerimiz boşalıverdi. Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit koşullar altında Atatürk'ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine ulaştırırdı..." 

***

Bugünlere böyle gelindi. Ülkemin iğne ile kuzu kazarcasına güçlüklerle elde edilen varlıklarını satsınlar diye değil. Biz bütün bu gerçekleri görmezden gelip, O büyük insanın adını silmek, eserlerini yok etmek isteyen dahili bedbahtlara oy vermeye devam edelim.

SUYA ÇİZGİLER/FEVZİ GÜNENÇ 



   
2014-05-27
YORUM YAP
Yorumlarınız onaylandıktan sonra yayına verilecektir. Uygun görülmeyen yorumlarınız yayınlanmayacaktır. Yasal zorunluluk olarak yorum yapan ziyaretçilerimizin IP bilgileri kayıt altına alınacaktır. Teşekkürler...

  Bu yazıya ilk yorumu yapmak ister misiniz?



yazarın diğer yazıları