Bu sayfadaki içerik, Adobe Flash Player'ın daha yeni bir sürümünü gerektiriyor.

Adobe Flash player Edinin


GÜNDEM POLİTİKA DÜNYA EKONOMİ SPOR 13 Ağustos 2016
Rafet ULUTÜRK
Rafet ULUTÜRK kimdir?

Email: [email protected]
  YAZARIN SAYFASI
Bulgaristan'ın dünü bugunu ve yarını
Vazifemiz, dünü ve bugünü çözerek, Bulgaristan'ın geleceğini belirlemektir. Geçmiş bir aynadırGösterdiği gerçekse, kaçınılmaz olanın yaklaşımıdır. Gökyüzündeki bulutlar yaklaşan fırtınanın habercisidir. Yeni yeni yeşermeye başlayan ağaçların kokusu baharı müjdeler. Orada kalan memleketimin en iyi kokusu ise, yağmur kokusudur. Yağmur olmadan yolda olan hayat bulamaz.
Öncelikle Bulgaristan'ın DÜNÜ, BUGÜNÜ ve GELECEĞİNİ anlatmak üzere bize verilen bu fırsattan dolayı ev sahibi Ural Eğitim Kültür ve Stratejik Araştırmalar Derneği Genel Başkanı Sn.Bülent MAŞAOĞLU kardeşime ve ekibine teşekkür eder emeği geçen tüm arkadaşlara ayrı ayrı şükranlarımı sunarım.Ayrıca bu konferans salonunda olmak benim için farklı bir şeref olduğundan, Ferit ONDER ismini yaşatan Bülent MAŞAOĞLU Başkanımıza özellikle teşekkür etmek isterim.
Bu dünyada paranız olmaktansa Vefalı arkadaşınız olması inanın çok daha önemlidir.
Çünkü para sizden sonra sizleri yaşatamaz, amma vefalı arkadaşın varsa o seni yaşatır işte burada olduğu gibi FERİT TUNCA ÖNDER ismini bu konferans salonu ile yaşatan Vefalı Genel Başkanınızı tanımaktan ve kendisi ile kardeş olmaktan gurur duyuyorum.
Allah herkese vefalı arkadaşlar nasip etsin.İlk başta, Bulgaristan göçmeni olarak soydaşlarımın karşılaştıkları sıkıntı ve sorunları beni de yakından ilgilendirdiğinden bu sorunların çözümüne katkı sağlamak adına Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği 'BULTÜRK' çatısı altında, hem Genel Başkan olarak, hem de BULTÜRK gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi yöneticisi olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz.
Değerli katılımcılar; Uzun yıllar boyunca bu faaliyetlerden elde ettiğim birikimler çerçevesinde Bulgaristan'ınDÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI konusunu sürem el verdiği ölçüde bazı vurgularla özetlemeye çalışacağım.Bulgaristan benim memleketimdir.
Toprağını sürdüğüm, ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim memleketine aşık biri olarak doğduğum evi kapısı açık, lambası yanık olarak bırakarak buraya göç ettik. Atalarımın mezarları ve mirasları, çocukluk hatıralarım,'vatan' sevgim orada kaldı.
Konum itibariyle dünyadaki sayılı girift coğrafyaların birinde bulunduğumuzdan çokça ezildik, sürgünlere maruz kaldık.Birinci ve İkinci Dünya Savaşı arası dönemde monarşi zulmünü yaşadık. Ama bununla da kalmadık. Gerek Çar Ferdinand, gerek Çar III.Boris veya komünist diktatör Jivkov dönemlerinde Türklerin maruz kaldığı zulümler, tahammül sınırlarını epey zorlamış ve dönem dönem büyük göçlerin yaşanmasına neden olmuştur.
Osmanlı yüzyıllarca yatırım yaparak Bulgaristan'da ticari, zirai ve kültürel olarak kalkınmasında gösterdiği atılımlardan sonra, Rus istilası sonrası 1878'de çekilirken ardında binlerce cami, saray, konak, mescit, medrese, köprü, çeşme, geçit, köy ve kasaba miras bıraktı.
Bulgar tarihinde en önemli yıl 1878'dirO, bir sayfanın kapandığı ve yeni bir sayfanın açıldığı yıldır. Dönüp geriye bakmak, bazen insanları ikiye, üçe beşe böler, birbirine düşman eder, toplumu karıştırır ya da kaynaştırır, birleştirir veya birbirine düşman eder.
Bulgaristan ve Türkiye aynı aileden bir birinden koparılmış kardeş iki komşu devlet. İnsan kardeşini ve komşusunu kendisi seçemez. Ne var ki, dünyadaki acıklı kavga, kardeş kavgasıdır. Basit bir husumetten savaşa kadar uzanan çizgide tarihimiz boyunca pek çok devlet kardeş kavgası sonucu yıkılmıştır.
1877-78, Ruslarla Osmanlının son kez birbirine kıyasıya girdiği zamandır.
Ardından iki imparatorluk da çökmüş ve dağılmıştır. Osmanlıdan doğan devletlerin toplamı 44'tür. Bulgaristan, bu 'kardeş-devletçikler ailesine' Yunanistan ve Sırbistan'dan sonra girmiştir. Balkanların göbeğinde, Osmanlı devletinin ve O ZAMANLAR Rumeli Beylerbeyliği topraklarında bulunurdu. Türkler Bulgaristan'a savaşsız girmiş ve Türkiye Cumhuriyeti de Bulgar devletine savaş açmamıştır. Aramızdaki husumet Rus saldırıları ve Batı kışkırtmalarıyla gelmiş ve Bulgar'da kök salmıştır.Bulgaristan'ın doğum tarihi 3 Mart 1878'dir.
Okul yıllarında, bizi, Bulgar öğrencilerle birbirimize düşüren hep '93 harbi' olmuştu.Bu savaşın 'bir saldırı harbi mi?' yoksa bir ' kurtuluş savaşı mı?' olduğunu tartışırdık. Tarihin genel geçerli gelişim yasaları, kategorileri, kıstasları, değer yargıları, süreçleri, devrim, isyan ve evrim gibi temel değimleri vardır.Biz o zaman bunların ne anlama geldiğini pek bilmesek de arasız didişiyorduk. Osmanlı devleti ile Rusya imparatorluğunun iki feodal saltanatlık düzeni olduğunu öğrenmiştim. Türkiye tarih literatüründe pek kullanılmayan Fransız kökenli 'Formasyon' deyimini o zaman öğrendim ve çağları birbirinden ayıran, belli bir şekillenme, oluşma ve olgunlaşma süreçleri olarak benimsedim.Anlamı, yeni olan her zaman eskinin bağrında oluşur ve hayat hakkı ister, şeklinde girdi kafama. Bulgaristan yeni olansa, neden 'Plevne Savaşında', neden 'Şipka Tepesinde' doğdu? Soruların sorusu işte budur. 
Nasıl oldu da Osmanlı'nın bağrından, Osmanlı devletinin hiç bir isteğine '
hayır' demediği bir hırslı ve ihtiraslı Bulgar milli devleti doğdu!Kendilerine Doğu Ortodoks Kilisesini veren, birçok kilise, manastır ve okul kuran Osmanlı devleti onlara egemenliklerini de altın tepsi içinde sunmuş olsaydı, hayata gelen düşmanımız olur muydu? Bu sorular çocukluğumdan beri başımda zonklamıştır.
Tabii tarih kural tanımadığı için yanıtsız kalan soru hep şu oldu:
Yeni olanın ebesi SAVAŞ mıdır?Tekrar ediyorum, bu soru beni çok ilgilendirmiştir. Bir de, aklımdan çıkmayan, dedemi öldüren, soyumu vatan toprağından söküp atan Rus Çarına 'kurtarıcı diyemezdim' O benim atalarımın katiliydi....
İşte bu tabloda, ölümüne birkaç yıl kalan Rus Çarı 2.Aleksan'dır, 1877'de Tuna'dan, Kara Deniz ve Kafkaslar üzerinden Osmanlı'ya saldırıya geçerken her iki imparatorluğun da tarih takvimindeki zamanı dolmuştu.
Her ikisinin de, yılları sayılı, eski büyük devletler olduğunu öğrendiğimde, parçalanma anlamına gelen yok oluşun, yeni ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler doğurması zorunluluğunu ise, henüz anlayamıyordum.
Formasyon'dan formasyona geçişin bir çağ ve medeniyet yenileme olduğunu algılayamıyordum.Feodal topluma kapı kapayan tarih, ulus devletleri hayata çağırıyordu. Bunlardan biri de Bulgar devletiydi ve olay yalnış bununla da bitmiyordu.
Bir de Osmanlı'da farklı dinlerin ve milletlerin kokuşmuş bir 
'ümmet topu' içinde barındığı gerçeği vardı. Bulgaristan için, eski olanın sonu ve yeni olana hayat hakkı tanıma anlamına gelen '93 harbi' tam bir asır önce 1774'te, Silistre yakınlarındaki 'Küçük Kaynarca'da' imzalanan bir anlaşmada mayalanmıştı.
Ruslara Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanları denetleme ve koruma hakkı tanıyan bu antlaşma, 
Osmanlının ümmet topunu delmişti. Başka bir değişle, o zamana kadar yekpare olan OSMANLI MERMERİNİ çatlatmıştı.Halk dilimizdeki 'dananın kuyruğunun koptuğu yer' işte bu anlaşmada Rus Çarına tanınan haklardı. Kritik nokta, diplomatların gözden kaçırmadığı noktadır.
Osmanlı hanedanı bu hassasiyete duyarlı olup, bir büyük savaş patlamasına yol vermemek için, 1872'de özel bir fermanla Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi'ni Rum kilisesinden ayırmış ve Ohri Gölünden Kara Denize kadar Bulgar kilise ve manastırlarından Rum Papazlarını kovmuştu.
Fakat Osmanlıya saldırmak için fırsat kollayan Rus Çarı'nın stratejik hedefi, sıcak denizlere inmekti, savaşa vesile yaratmak için dini azınlık hakları telini çalıyordu.
Yalnız bu mu? Hayır, şu da vardı.
'Küçük Kaynarca' dan tam 50 yıl evvel, 'Aton' Manastırı ruhani liderinden biri olan Payisiy Hilendarski, 'İslav Bulgar Tarihi' eseriyle  Bulgar maneviyatına etnik diriliş suyu vermişti.
O, Bizans ve Osmanlıda uzun süre kalan ve öz tarihini unutmak üzere olan Bulgar hafıza küpünün dibine inmeyi başarmış ve 
'Bulgarların soyu sopu, dil, din, alfabesi, hatta Bizans İmparatoru 1.Nikifor'u yenen ve kellesini şarap tası yapan Han Krum gibi ünlü Çarları olduğunu gün ışığına çıkarmış ve kulaktan kulağa yaymıştı.
Böylece Bulgarlar bizim tarihimiz var bilincine uyanmıştı.Çocukluğumdan kalan işte bu öykülerde, Rus Çarı'nın Osmanlıya saldırısı Bulgarları kurtarmak için özel olarak yapılmıştı. Büyük bir fedakârlıktı. Hatta bedeli asla ödenemeyecek kadar büyük olan, bir 
'Kurtarıcılık Misyonu' idi. Dolayısıyla benim Ruslara olan 'minnet borcumuz' onların dedemi katletmesinden kaynaklanıyordu.Beynime çizilen tabloda, hep boynu bükük olmak Türklere haktı.Çünkü biz Bulgaristan'da kalan Osmanlı kırıntılarıydık. Bizim uyanıp bilinçlenmemiz içinse, sürekli baskı altında, suçlu durumunda, ezilmeyi hak etmiş mahkûm vaziyette olmamız isteniyordu.İyilik ile kötülük arasındaki bitmeyen kavgada, insan düşmanlığı, tatmin olmayan bir hırs ve sürekli böbürlenme ihtiyacı ve her defasında haklı ve bataklığın üzerinde leke gibi ama mutlaka üstte olmak bir nitelikse, TARİH-ANA İRADESİNDE VE RUHUNDA BİR EKSİKLİK YA DA FAZLALIK OLAN İNSAN TİPİ YARATMA KABİLİYETİ Mİ GİZLİYOR?
İnsanlık geçen yüzyıl işte bu sorunun cevabını belki bulabilirim umuduyla yaşadı. Çarpıtılan aynada biz ezilen onlarsa ezme hakkı olan durumundaydı.
İnsan doğuştan kimseye düşman değildir.İnsan doğduğunda kim olduğunu bilmez. Sevgi, saygı, adıl olma, dostça davranma ve kardeşçe yaşama gibi, kin, nefret, öfke, tahammülsüzlük, düşmanlık, ayrımcılık, ırkçılık vesaire eğitim sonucu ve yaşadığı çevresi ve kısaca toplumun ürünüdür.
Olumlu olan ve Olumsuzluk tarih küpünde gizlidir. Onları bireysel ve toplumsal hafıza küpüne depolayan da tarihtir. Ne yazık ki, yalnız tek kişinin değil, kavimlerin, soyların, milletlerin ve halkların da hatıra havzası böyle oluşur. Uyanışın mayalandığı ve kitlelerin şahlandığı yer de önce hafızamızdır.Belki de, insanoğlunun en üstün hünerlerinden biri, gerçek bir mücevher olan anılardan, herkese ve tüm topluma yararlı, ustaca yararlanmak ve yeni daha derin çizgilerle yenilerini yaratmaktır.Bizim analiz nesnemiz Bulgaristan ile Türkiye'dirBulgaristan'da değişen pek bir şey yok. Benim gençliğimde, kitapların resimlediği, radyoların anlattığı, gazetelerin yazdığı, tarih ve edebiyat hocaları tarafından bilmemiz istenen ne varsa bugün de az farkla yine aynıdır. Her yıl, milli bayram, 3 Mart'ta 'Şipka' tepesine çıkıp 20-30 fesli ve sarıklı askerlerin boynu kılıçla kesilir. Ruslara teşekkür edenler yeni sözler bulmakta zorlanırlar. Biz, Türk olsak da, Bulgaristan Halkı Adına teşekkür edilirken, paketin içindeyiz. 
Dedelerimizi kıyıp geçen Moskoflara aman ne iyi ettiniz de Osmanlıyı Plevne'de yendiniz, Osman Paşayı Şıpka'dan kovdunuz, Bulgar halkını sözüm ona  'esaretten'  kurtardınız diye sevinemeyiz. Kendini bilen, dedelerini öldüren katile hiç minnet duyar mı? Fakat artık bu tarih çarpıtan törenlerde de küfte kebap dağıtıldığından, Çingenelerin katılımıyla yeni kalabalık oluşmaya başladı.
Bir bakıma, biz Bulgaristan'da kalan Türk ve Müslümanlar, tamamen çarpık ve iliklerine kadar Osmanlı Türk ve Müslümanlık düşmanlığı dolu bir ruhla oluşan Bulgar kimliği karşısında, hep ezilmişlik hissine kapıldık.
Okul, radyo, TV, kitaplar, kamuoyu, toplumun kendisi bizi bu ezilmişliği omuzlarımızda taşımaya zorluyordu.Ancak dirilen Bulgar ulusal kimliğinde asla yerimiz olmadığını anladığımızda Türklük bilinci yeşererek bünyemizde filizlendi. Bizleri sönmüş olan ümmet bilincinden uyandıran Bulgar milli duygusunun kabarmasıdır.
Beraber olmamızın, etkileşimimizin zorluğunu zaman içinde şu şekilde kavrayabildim:'Bir yığın kirpi soğuk bir kış günü birbirini ısıtmak ve ayazda donup kalmamak için birbirine iyice sokulmuştu. Birbirine sokulan Bulgarlarla Türklerdir.
Gelgelelim çok geçmeden biri ötekinin dikenlerini kendi vücudunda hissetti; bu da onları yine birbirinden uzaklaştırdı.Isınma gereksinimiyle ne zaman birbirine yaklaşsalar, dikenlerinin birbirinin vücuduna batması gibi tatsız bir durumla karşılaştılar.
Böylece iki kötüden biriyle ötekisi arasında gidip geldiler, sonunda birbirlerinin yakınlığına en çok katlanabilecekleri bir uzaklık keşfettiler ve bunun sağladığı az buçuk bir ısıyla yetindiler ister istemez.'
Bu masalın sosyal yaşamdaki anlamı soğuğa ve diken acısına dayanamayanların göç etme zorunluluğunu doğurdu ve geçen yüzyılın istatistik tablosu şudur:
Bulgaristan İstatistiklerine göre,1893-1980 Aralarında yaşanan göçlerden (8) sekiz milyon civarında Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç gelmiştir.Sadece son 1989 yılında 3 ayda 362.00 ve bugüne kadar toplam Türkiye'de resmi rakamlarla 710 bin Bulgaristan Türkü Türkiye Cumhuriyetine göç etmiştir. Bunlardan %90 civarında olan ise çift vatandaştır.Küçüklü büyüklü göçler geçen yüzyılda  her bir Türk ailemizin bitmeyen sızısı oldu. Biz hep azaldık, küçüldük, ezildik ve  nihayet biz de insanız bilinci ve ruhuyla Mayıs 1989'da öz haklarımız uğruna ayaklandık.O gün bu gün yine durumda pek önemli değişikler olduğu söylenemez. Çocuklarımız yine cahil, okullarımız kapalı, babalarımız işsiz, annelerimiz üzgün ve hepimiz umutluyuz.
Umudumuzun anlamı
 'bu gidiş gidiş değil, her gidişin bir de dönüşü vardır
cümlesinde özetlenebilir.Şu da var, bu 138 yıldan beri devam eden 'etki-tepki' şeklinde gelişen iki taraflı bir süreçtir. Ana dil, din, kültür ve tarih ve perspektif olarak tamamen farklı olmamız ve birbirimizin içinde eriyerek bütünleşmemizin mümkün olmaması gerçeği, bu süreci pekiştirmiş ve ulus Bulgar devleti yapısının 'çok kültürlü yapılanmayı kabul etmemesi' de kızışan çekişmelerin kopma noktasına taşımıştır.
Atalarımız, Bulgaristan koşullarında 'ümmet' kabuğu içinden Türk kimliğini böyle çıkardı. Aynı topraklarda reformcu Rusçuk Valisi Mithad Paşa tarafından ekilen yenileşme tohumlarında, Türkler için herhangi bir ayrıcalık olmadığından, Biz Bulgaristan Türklerinin Türk kimliğini çağıran milli uyanışımız Bulgarlardan 60-70 yıl geç olmuştur.
Bu bakıma biz yenilenme sürecinde, dönüşüm hamlelerinde taşıyıcı rol üstlenemedik, kendimiz icraata geçemeden hamasi sözlerle avuttuk. Kendimizi tanımlamak bir tarafa başkaları tarafından 'ibrikçiler, 'gacallar', Bulgaristan Müslümanları, Bulgaristan Türkleri vsy. olarak tanımlandık.Benzetmesi şudur.
Biz Bulgaristan Türkleri kilise avlusuna bırakılmış bir Müslüman çocuk olarak yetişmek zorunda kaldık. Ayinlere katılmasak da, ortak sofrada yemeyi kabul ettik. Çölde susuz kalanlar olarak tarihimizden ve dinimizden gelen serap pınarlarıyla avunduk.Tarih boyu mayalanıp oluşan Bulgar milli bilinç tohumunu 'çatlamasında' iç faktörler kadar dış etmenler de rol oynamıştır. Bu bilincin içine Osmanlı düşmanlığı zehrinin şırıngalanmasında 19.yüzyıl Batı ve Doğu burjuva aydınları, bu ocağa kömür atmışlardır.
Volter'den, Dickens'ten,  Victor Hugo'dan Dostoyevski'ye kadar keskin kalemlerin hepsi birlik olup Boğazlardaki 
'hasta adamı' taşlamışlardır. Yani Türklüğü doğarken yok etmek uğruna eylem birliği yapmışlardır.Ters bir örnek vermek istiyorum. Belki konu daha açık görülebilir:
Klasiklerinden Karl Marks ile Fridrih Engels bile 'Orient' ve Rus-Osmanlı Savaşı üstüne yazılarında, 'bir saldırı savaşıdır', 'Rus İmparatoru 2.Aleksandır'ın kanlı istila savaşıdır' gerçeğinin altını kalın çizmişlerdir. Sosyalist bir ülkede eğitim alsak da biz bunları çok sonradan öğrendik.Bulgaristan'da yaşayanlar hakikati okuma veya işitme imkânı bulamıyordu. Çünkü baş tacı edilen bu iki deha toplu eserleri Bulgarca 56 cilt olarak basılmıştı.
Oysa orijinali 153 cilttir. Marks'ın 
'cennet' olarak tanımladığı Osmanlı üstüne yazılanın da yer aldığı 97 cilt rafa kaldırılıp, yok sayılmıştı.'Gerçekleri karartma' ile tarihi çarpıtan makinenin kapasitesi büyük, dişleri kocamandı.
Zavallı insanlarımızı çarpık, eksik ve yanlış bilgilendirme, gerçekleri öğrenme yolu tıkalı, korku ortamı toplumun bilgilenerek uyanışına büyük bir settir. Bizde de öyle olmuştur. 'Demokrasi' geldim dese de, 26 yıl sonra Osmanlı, Türk, Türklük, İslam kavgası gece gündüz kaynamaya devam ediyor ve toplum gerçeklerle buluşamıyor.
Şimdi sizlere tam bu konuda tezimi destekleyici bir somut örnek sunmak istiyorum. Plevne kuşatıldığında yerli Bulgar erkân, çorbacılar, Papaz önde Osman Paşa kurmayına gider. 'Bizi Koruyun, kurtarın bizi' diye söze başlayan Papaz, 3 torba altın çıkarır. ' Buyurun Paşam, uygun gördüğünüz gibi harcayın ama bizi savunun!' der.
Şu örneğim de Plevne'den. Bulgar Çarı Ferdinand Londra ziyareti esnasında Lortlar Kamarasında şöyle bir ricada bulunmuştur. 'Beyler sizden Plevne toplu mezarındaki Osmanlı kemiklerini almanızı rica ediyorum. Çünkü Bulgar halkı uyuyamıyor, Osmanlının hortlamasından korkuyorlar.' Lortlar, bu ricayı ciddi bulup gereğini yapmışlardır. Bir kısım toplu mezarlar açılmış, kemikler çıkarılıp sandıklar içinde Varna limanından İngiltere'ye taşınmış, öğütülüp İngiltere ormanlarına saçılmıştır.
Not: Plevne toplu mezarda 123 bin Osmanlı askeri gömülüdürBir örnek daha ilave ederek, Bulgar devlet adamlarının Osmanlı mirasçısı yerli Türkler hakkında düşündüklerini ve aldıkları tavrı açıklamak istiyorum. Osmanlıdan koptuktan sonra Bulgar Prensliğine en uzun zaman Başbakan olan Stefan Stanbolov öldürüldükten sonra Mecliste okunan raporda, Osmanlı Bankasından 80 bin altın borç aldığı ve bu parayla göçe zorlanan Türklerin tarla, çayır, koru ve ormanlarını aldığı açıklanmıştır.Bu zihniyet 138 yıldır süre gelmektedir.İnsan ve toplum gücünü geçmişinden, tarihinden alır.Plevne yamaçlarında yükselen ve Tuna'dan görünen bir Osman Paşa, Şipka Doruğunca göklere uzanan bir Süleyman Paşa anıtı dikilemedi.
Anıtlar taş ve beton yığını değil, tarihin sembolleri, şehitlerin ruhu ve tarihsel bütünlüğümüzün simgesidir.
Mezarlıklarımızın sürülüp tarla yapılmasına göz yumamayız onlar bizim tapumuzdur. Cennet ata toprağındadır.
'Türklerin köklerini kazıyacağız' demeçleri 1 Kasım 2014 te yapılan Bulgaristan yerel seçimlerinden sonra da meclis kürsülerine taşındı. Konuşmamı işbu küflü milliyetçilik köklerinin derinliğini ve özünü birlikte araştırma niyetiyle hazırladım. Irkçı milliyetçilik soldan 'Ataka' olarak, sağdan da sözüm ona 'yurtsever cephe' olarak boy gösterdi. Sağdakiler hükümete sarıldı. 2 yılda hazırladıkları son 'Seçim Yasası Değişikliği' ile biz AB dışındaki soydaşlarımızı oy hakkı kullanmaktan mahrum, iki defa oy kullanmayanı da vatandaşlıktan mahrum bırakma tuzağı kurmuşlar.
Sevindirici olan Cumhurbaşkanı Plevneliev '
değişikliği' cuma gün veto etti. Olay hükümet krizi doğuruyor, ABV sosyal işler bakanını Borisov hükümetinden çekti, koalisyon krizi başlıyor, Ekimde hem Cumhurbaşkanlığı hem de erken genel seçim kapıyı çalabilir.
Güncelin dışındaki ana konu şudur.Biz, 20 asır boyunca 'Türk tehlikesi', ' 5-inci kol ordu' ve halen ' Ilımlı İslam tehlikesi' gibi her gün yağan ideolojik zehir yağmuru altında yetiştik ve yaşıyoruz.1878'de biz Türkler Bulgaristan nüfusunun %64'ünü oluştururken, şimdi %25'e düştük. 1.5 milyonuz.
Malımızı mülkümüzü oralarda bıraktık da kaçtık. Tazminat almayı düşünen dahi olmadı. Her şeyimiz onlara, Bulgar'a, Bulgar Devletine kaldı.  Osmanlı mirası da geri alınamadı.
Onların gözü doymak bilmiyor. Bu gün bile Sayın Başbakanımızın Sofya'ya yaptığı ziyaret esnasında haberlerden sonra yine Rusçu, sol marjinal zümre, Bulgarların 1912'de Edirne saldırısından geri çekilmelerinden sonra uğradıkları kayıplar için 10 milyar dolar talep etmeye hazırlanıyorlarmış.
Oysa iki devlet arasındaki geçmişe ait sorunlar 1925 Ankara Antlaşmasıyla kesin çözüm bulmuştu.Onlar 1912 yılı mağduriyetlerinin giderilmesini talep ediyorlar, ama bizler 1877'den günümüze kadar yaşadığımız mağduriyetleri dile getirmekten bile aciziz. Diplomasimiz düzen kuran duruma geçmelidir.Tarih kaşımaya uygun bir yaradır. 
Çünkü Bulgaristan kurulduğundan beri Bulgar Devlet Ağcı Türklere karşı hep dikenli, meyveleri hep acıydı.Geçmişe daha farklı bir açıdan da bakabiliriz.Tarih akışı içinde olayların çarpıtılmasıBilirsiniz San Stefano-(Yeşil Köy) Antlaşması din ve dili bilinen ve Osmanlıdan önce aynı topraklar üzerinde tarihi olan, Doğu Ortodoks Hıristiyan Bulgar ırkına kendi başına ruhen var olma hakkı tanıdı.
O zaman Rumeli'de kalan Müslüman halk topluluklarına, yuvanızı bozmayın, kalın kaldığınız yerde, dendi. Ne var ki, Osmanlı Padişah'ının Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlarından kovan 1872 Fermanına göre çizilen San Stefano sınırları, Batılı Büyüklerin gözüne battı. Açılan yaranın kapanması Rus Çarlığı da istemiyordu.Hemen toplanan Berlin Konferansı, 
'Bize Padişah'ın yaptığı iyiliği kimse yapmamıştır' anlamındaki Bulgar minnettarlığı yerine, yeniden çizip biçerken Bulgar Prensliği sınırları içine Türk düşmanlığı tohumu ekildi. Bulgar Prensliği'ne ancak Tuna boyu ve Sofya ilinin tahsis edilmesi hep kışkırtılan ve asla SÖNMEYEN BİR HUSÜMET OCAĞI ATEŞLEDİ.
Bu ateşi yakan Osmanlı Padişahları değildi.'Daha fazlasını hak etmek için Padişaha küfredeceksiniz, Türklere kök söktürecek-siniz' diyen'kurtarıcılar' ve 'uyumlu' yaşama ihtimalinden endişe duyanlardı. Osmanlı devrinde Balkanlarda kurulan iyi komşuluk, hoşgörü ve yardımlaşma ortamından korkanlar vardı.
Olayı daha büyük bir mercek altına çekelim.Bulgar tarihinin daha da derinlerine inip birkaç özelliğe işaret edelim. Bulgarlar, Payisi Hilendarski'den sonra, tarihini bilen bir millettir. Hazar bozkırında komşuluk yapmış olsak da, bir kolu 8. yüzyıloda İslamı kabul edil İdil Bulgar Devleti'nde kaldı, ikinci kolu da  Balkanlara bizden 700 yıl önce gelip İslavlığa ısındı.  861'de Birinci Bulgar Çarlığı Kurdular ve 4 sene sonra Bizans dinini devlet dini ilan ettiler.O dönem tarih yazan kılıç Bizans'ın elindeydi.
Gelen göçebelerin çadır kurduğu topraklar onundu. Bulgarlar, bir de kalem tutmayı ve okumayı severdi.
O zamanlardan kalan büyük eserlerden biri Kiril Alfabesidir. Bu yazı, Çar I.Boris'in oluşturduğu Preslav ve Ohrid aydın ruhunda yetişen Kiril ve Metodiy kardeşlerin yaktığı sönmez çıradır.
Yeri gelmişken, değinmeme izin veriniz, son dönem Bulgaristan'a karşı şiddetlenen siber saldırı, Bükreş'te düzenlenen uluslararası güvenlik konferansında Cumhurbaşkanı Rosen Pleneliev tarafından kınandı.
O, siber saldırının Moskova'dan geldiğine işaret etti. Kendine has megalomanlıkla, hemen cevap veren Putin,
'unutmayın yazdığınız yazının harflerini biz verdik' dedi.
Büyük aydınlıkçı Kiril ve Metodiy kardeşlerin dev eserini çalmakla, Yakın Doğu petrolünü çalmak, Kırımı ilhak etmek ve Karadeniz'e çöreklenmek arasında fark göremiyorum.Bu örneklemeyle de tarihin kesintisiz bir süreç olduğunu, derinliklerinden kötülük, husumet ve düşmanlık mayası çıkarılabileceği gibi, iyilik örneklerinin çıkarılmasının da mümkün olduğunu söylemek istedim.Evet, Devam edelim,Bizans imparatorlarına karşı savaşan, Peçenek ve Kuman Atlı Türk Ordularını da saflarına alan, şanlı zafer sayfaları yazan Bulgar Çarlığının çırası 1018'de söndü. Ne var ki, güneş batımından önce meydana gelen, değineceğim olay, karanlığın 168 sene sürmesine neden oldu.29 Temmuz 1014'te Bulgar Çarı Samuil 'Belasitsa' Savaşı'nda Bizans İmparatoru 2. Nikifor'a yenik düştü. 15 bin Bulgar esirden yüzde biri tek gözlü bırakıldı. Yani 14.985'i iki gözü kör edildi. Ötekilerin 15'i sadece bir gözleri kör edildi.
Hıristiyanlığı kabul etmezseniz kaderiniz budur!' dersi orada verildi.Bulgar köylerine birer birer dağıtıldılar. Halkın ruhu ve iradesi kırıldı.

Askerlerinin halini gören Samuil kayıp gitti. Rumeli'de 200 yıl kuş uçmamıştı. Evet, gerçekleri gün ışığına çıkartma zamanı geldi.Bulgar halkına bu acı sanki azmış gibi, ruhu daha da oyuldu. 
Balkanlara ruhsal iyiliği seven 'Tangra' Tanrısıyla gelmişlerdi. Canları pahasına dayatılan Tanrı, Baba ve Oğul imanı, din ve ibadet dillerini değiştirdi. Bulgarların Hıristiyanlığı gönüllü kabul ettiklerini yaza yaza yazar olan bilim adamlarına selamım var.O iş, o zaman, dediğiniz gibi olsaydı,  1168'den, yani İkinci Bulgar Çarlığı'nın dirilmesinden-1396'da Bulgarların Osmanlıya katılmasına ve Rum Papazları Bulgar kilise ve manastırlardan kovan 1872 Padişah Fermanına kadar, din özgürlüğü ve 
DOĞU ORTADOKSLUĞU OLUŞTURMA mücadelesini anlamak mümkün olamaz. Olaya böyle baktığımızda, Küçük Kaynarca'dan '93 harbine' kadar Rus İmparatorlarının Bulgarlar arasında neden din kışkırtıcılığı yaptığı da kolayca anlaşılmaktadır.Eğer Bulgar halkının özünde Tangra'dan gelen iyilik kutsallaşmamış olsaydı; bu halkın Bizans'ta her gün yaşadığı bitmeyen ve din değiştirme zorbalığından kaynaklandığına inandığı eziyete şeytan çilesi demezlerdi, isyan edip BOGOMİL HAREKETİ - (Tanrısını sevenler hareketi) alevlendirmez ve yanmaya gönül vermezdi.Bu olay 1000 yıl önceki Bulgar toplumu için ruhsal olanı belirleyendir. Buralara gelen dervişler doğanın felsefesinde sevgi ruhunu güneşle kavuşturdu.
Nazım Hikmet ' yârin yanağından başka her yerde ve her yerde beraberiz' dizelerinde bu sevgiye sonsuz umut çırası yaktı.Karşımıza çıkan Bulgar ruhunun bir milenyum boyu süren, ezen ile ezilen boğuşması sahnesinde, şu gerçek yani Tırnono Patrikliği'nin 
'Tanrı sevenleri' bir 'tarikat', bir 'eres' olarak lanetleyip, taşlatması, Batılı Kralların ise 'yakalandıkları yerde yakın'  buyruğu belirleyici oldu.İyilikleri yaşatmak için çıkarılan fermana rastlamadım. İYİLİĞİN geçmişe ait olduğu kadar, bugüne ve yarına da ait olduğu için ölümsüz bir umut, en ağır balyoz altında bile asla ezilip yok olmayan, bir cıva tanesi gibi ancak saçılan, saçılıp zaman içinde hep var olan, olduğunu görebildikleri için, Osmanlı dervişlerine huzurunuzda teşekkür etmek istiyorum.Ayrıca 1952'de Bulgaristan'a gelen Nazım Hikmet Dobruca'yı köy köy gezerken yaptığı konuşmalarında, Bulgar idaresinin Türk-Bulgar ayırımı siyasetini tuzla buz etmiş, ektiği fikirler 5-6 senede yeşerince, Bulgaristan'da medeni anlamda Türk kimliği yaratılmasında, okul, lise, pedagoji mektepleri ve din okullarımız ve hatta Sofya Üniversitesinde Türkçe tedrisatlı 4-5 fakülte açılmasına temel olmuştu. Nazım'ın fikirlerinin Türklük çırası gibi yandığı yıllar 'Bulgaristanlı Türklerin altın çağıdır.' Totalitarizm karanlığına rağmen bizi ısıtan ruhsal ocağımızdır. 70 yıl önce biçimlenen İstanbul diline dayalı Türk kimliğimize en büyük darbe, HÖH - Türklük düşmanlığını göreve çağıran Bulgar devletinin 10 bin aydınımızı memleketten kovması oldu.
Artık yıkılan bu örnek, o dönem kısa zamanda birçok Türkçe gazete ve dergi ve 560 Türkçe kitap basılmıştı. Bulgaristan'da Türklük baharı yeşermişti.
Bizler iyiliğin ölümsüzlüğüne inanıyoruz.Bulgarların bizi, bizim de onları anlayabilmemizin ve kardeşçe, komşu komşu beraber yaşamamız için gerçeğin 2 yüzünü de tarih suyunda yıkamak zorundayız.
Analizimiz, Bulgar gerçekliğinde bu iki yüzden birinin küflenip paslandığı, propaganda ile karartılan, ters yüz gösterilen dünya ve tarihin gün ışığına çıkarılabileceği inancımı artırıyor. Bu inanç 
'Büyük Türkiye' nin ve Avrupa Birliği'nin etkisiyle mutlaka boy atacaktır.  Bulgaristan'ın da geleceğini sınır ve milliyetçilik tanımayan bilgi toplumu belirleyeceği için umutlarımızın yeşereceğine inancımız büyüktür.Bir de şu var: TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİRZorbalık altında, korkuya yenik düşmüş bilinç, hafıza küpüne olumsuzluk depolar. Katmerleşerek sıkışan kötülükler, Bizans'ın yerine Osmanlının, Ruslar, ardından Alman Nazilerinin, daha sonra en büyük dalgalarla gelip üslenmeye yer arayan emperyalizmin çullandıkça çullanması, biliyor musunuz neye benziyor?
Duvardaki kirleri kapatmak için taze boya yapsan da, hava nemlendikçe küflü lekelerin alabildiğine, yeniden ve yeniden sırıtmasına...
Fakat çıkmayan boyaların paşası solmayan Türk ebrusudur ve ebediyetle kardeştir.
Bulgar tarihinde şu tekerrürün izleri derindir:
Çar Samuil'in bir günde15 bin askerinden olduğunu bilinç belirleyen acı bir tarihsel gerçek olarak anımsadık. 899 yıl sonra, tam tarih -18 Eylül 1913'te yine Makedonya yöresinde, Rumlar ve Sırplarla çarpışmada Bulgar ordusundan 49 090 asker öldü.
21 bin 200'ü ömür boyu sakat, toplam 102 bin 853 yaralı verdi. Kötülüğün ölümsüzleştirilmesi açısından, buna olumsuzluğa tuz ekme diyebiliriz. Bu olaydan sonra, o '
yârin yanağından başka her yerde ve her şeyde ....'
Sembolizmi var ya, onu değiştiren bir karakter aynası olan yeni bir Bulgar değimi doğdu:'
Benim iyi olmam önemli değil, onun kötü olması önemlidir.' Bu anlayış monarşi zamanında yerleşti, totalitarizm döneminde katmerleşti ve toplumsal dayanışma, hoşgörü, iyi komşuluk vs. gibi değerli erdemlere kuyu kazdı.
Bizans ve Osmanlıdan sonra monarşi şeklinde tek kişilik faşist yönetim, ardından da sosyalist liderlik şeklindeki totaliter rejim baskısı altında yaşayan Bulgar halkı, günümüzde de zamanını doldurmuş ve uygulanması imkânsızlaşmış sahte demokrasiye bir türlü ayak uyduramıyor.
Batının hurda ideolojileri de artık bir işe yaramıyor.
Parlamenterliği Osmanlı birinci ve ikinci meşrutiyetinde öğrenen Bulgarlar, Veliko Tırnono kurucu meclisine yumurtadan çıkmış Liberal ve muhafazakarlar olarak dolmuştu. Bu tohumlar bizim toprakta zaman geldi faşizm ve totalitarizm yani ayırım ve haksızlık doğurdu.
O zaman onların siyasi partileri yoktu, ama ellerinde baston ve başlarında fotöy şapka kendilerine sandalye ve bakanlık seçerken Türklerin arasından geldiklerini unutuverdiler. 700 kişiye bir temsilci olması gereken mecliste, nüfusun % 52 Türk olmasına karşın bir tek Vidin Müftüsü vardı. Bizimle ilgili ayrım ve adaletsizliğin başladığı yıl 1879'dur.
Birinci Anayasa böyle mayalanmıştı.
İşte böylece BUGÜN VE YARIN bölümüne geçtik.1908'de Çarlık olarak dirilen Bulgaristan bugün bir parlamenter cumhuriyettir.
138 yıllık yeni tarihinde 3 Anayasa değişti. Birincisi monarşiyi yasallaştırdı.1947'de kabul edilen ikincisi Komünist Partisi yönetiminde halk idaresi, dedi.1992'de kabul edilen üçüncü anayasa sosyal, demokratik düzen dese de, hiç birinde ' adalet, mülkiyetin temelidir' ilkesine yer verilmedi.
Bu anayasaların hepsinde belirtilen, yasama, yürütme ve yargı ayrımı asla uygulanmaması, anayasada yer almayan 'kişisel idare''şahsi rejim''diktatörlük''faşist monarşi', 'totalitarizm' ve bir otokrasi erki için kullanılan diğer tanımlarla zulme, baskı ve teröre dayanan rejimler hep iktidarda bulundu.
Zorbalığın sivri ucu tek uluslu Bulgar devleti kurulurken hep etnik ve dini azınlıklara yöneldi. Bogomil ruhuna kazınmış 
'eşitlik ve kardeşlik' ilkesi, 1795'te Fransız burjuva devriminde de, ana slogan olsa da, Bulgaristan'da hep, daha kötü günler için, bir yerlere saklanmış kaldı. Bu dönemde azınlıkların, Türklerin ve diğer Müslümanların menfaatlerini de gözeten başbakanlar görev başına gelmedi mi?
Geldi. Bulgaristan hukuk devletinin gelişmişlik düzeyini, bu sene Başbakan Boyko Borisov'un Temiyiz Mahkemesi oturumuna girdiğinde yargıç ve savcıların ayak kalkmasında bir daha açıkça görebildik. Yasanın üstünlüğü ilkesi duruşma salonlarında bir '
ölü canlı' olmaya devam ediyor. Bu sav, hele azınlık hakları için, yüzde yüz geçerlidir.
AleksandırStanboliyski - Bulgaristan Çiftçi Partisinin lideri bir istisnaydı. 1920-lerde Türklerin ekonomik ve kültürel haklarını destekledi. Türk okullarına birçok yerde devlet ve belediye mülkünden toprak verdi.
Sonra Vılko Çervenmkov da 3-5 sene özgün kültürümüzün serpilip açmasına olanak verdi. İlkokullardan başka liselerimizi açtık, gazetelerimizi çıkardık, büyük sayıda kitap bastık, radyo yayınlarımızı başlatmıştık, özenci sanat canlandı, tiyatrolarımız açıldı.
Ama çok kısa sürdü ve artık 60 yıldan beri özlediğimiz yıllara dönemiyoruz.1878'de Osmanlı'dan kopan Prenslikte bir etnik ve dini azınlık olarak kalan Türklerin geleceği anayasaya ve yasalara işlenmedi.
Çok etnikli oluş ve farlı kültürlülük yasalara girmedi.Osmanlı feodalizmi içinde uyanan, Aydınlanma Çağı yaşayan Bulgar milletinin kapitalist bir düzen kurmaya, yani demokrasiye, yani toplumsal ayrışıma, yani tüm azınlıkların haklarını tanımaya açılması gerekiyordu. Beklenen buydu. Hayal edilen ile uygulanan birbirini tutmadı. Aslında Bulgar ulusal devrim hareketi programını Yunandan kopyalamıştı ve bu bakıma baştan aşağı aldatmacaydı.
16 Nisan 1879'da Tırnovo'da toplanan Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilen BURJUVA ANAYASASI,Hollanda Anayasası'ndan kopyalanmıştı, Hollanda sömürge metropolü, azınlığı olmayan bir devletti. Fakat anayasal Prenslik hedeflendiği için bize en uygundu. Bu anayasa 68 yıl yürürlükte kaldı ve Berlin Anlaşması maddeleri değiştikçe, o da hep aleyhimizde  ayarlandı.Bugünümüzün daha kolay anlaşılması için bir örnekleme yapıyorum.Berlin Anlaşmasının ilk şeklinde 'Bulgaristan'a Bağımsızlık Tanınması' maddesi yoktur. Rus İmparatoru 2-nci Nikolay'ın dayatması sonucu bu yöndeki değişiklik yapıldı.
Başka bir misal:Anayasası'nın orijinalinde Prensi'nin Doğu Ortodoks Dinden olması şartı vardır. Ferdinand Katolik'ti. 1908 - 1918 arası Üçüncü Bulgar Çarlığının ilk Çarı olabilmesi için veliahdın Doğu Ortodoks Dininden olması şartını yine Rus Çarı İkinci Nikolay getirdi.
Oğlu Üçüncü Boris vaftiz etti. Tangrı ilahının Hıristiyanlıkla değiştirilmesinden sonra, Rumeli'de din, dil, mezhep değiştirme işlerinin başka renkler alıp, '
çıkar gereği' yapıldığını da görüyoruz. Kuşkusuz ardından daha 1912'de tüm Pomakların vaftiz edilişi, minarelerin yıkılıp, camilerin kiliseye döndürülmesi trajedisi yaşandı. 1936 ve 1942'de vsy. Pomakların isim ve dinlerine daha şiddetli bir saldırı geldi. 1950'lerden sonra Çingeneler Bulgarlaştırıldı.
1972'de Pomakların tamamına din ve dil haklarını yeniden kaybetti. 1984-85'te 1 milyon 250 bin Türkün isim, baba adı ve soy atlarının 3 ayda değiştirilmesi, dil ve din yasağı, Müslüman ahlakı kapısına anahtar vurulması sabır taşırdı.Halk ayaklandı ve totalitarizm başı Todor  Jivkov'u 10 Kasım 1989'da devirdi. 
Bulgaristan anayasal-demokratik bir ülkedir diyoruz da, 20. yüzyıl boyunca başımıza gelen şu sıraladığım vahşetin bir harfi, bir virgülü anayasada ve yasalarda yoktur.Anayasa totalitarizmin sökülmesini öngörmediği gibi, '
soya dönüş', 'kültürel soy kırım' kurbanlarının katillerinin tutuklanıp yargılanmasını da öngörmemiştir.Olaya olumsuzlama açısından bakarsak, Bugünkü Bulgaristan topraklarındaki Osmanlı devlet yapısının, kültür ve uygarlığının kökten ret edilmesi '93 harbi' ve ilk Bulgar Anayasasıyla hemen, birden bire olmamıştır. Bir defa Doğu Rumeli Osmanlıya bağlı kalmıştır.
İkinci, Osmanlıya karşı gelişen Bulgar milli kurtuluş hareketi, komitacılık, aydınlanma süreci geçmişi ret etme açısından, azınlıklara, Türklere, Yahudilere, Ermenilere vb. milli azınlıklarla ilgili 
'vatandaşlık haklarını yitirirler' gibi bir aşırılığa takılmamıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısında Bulgar ruhunu saran bu hareketlenmeyi adım adım kaleme alan, komitacı, Diyarbakır mahkûmu,  Krallık döneminde meclis başkanı Zahari Stoyanov, Bulgaristan Türklerini anlatırken 
'memleketimizde her zaman var olacaklardır' cümlesini kullanmıştır.Olağanüstü çalışkan, namuslu, vatansever, dürüst insanlar olarak bilinen ve toplu halde yaşayan Bulgaristanlı Türkler, yakın tarihimizde, başlarına gelenlere rağmen,  Bulgar devletinin yüzünü defalarca ak etmişlerdir. Bir defa, isimleri değiştirilmezden sadece bir yıl önce Bulgar döviz gelirinin % 49'una tekâmül eden tarım ve sanayi üretimini onlar sağlamıştır.Birçok kez düşmanlıkları emek ve insan sevgisiyle yenmişlerdir.Spor dalından örneklersek, ağır sıklet serbest güreşte Lütfü Ahmedov Olimpiyat ve dünya şampiyonu altın madalyalarını Sofya'ya getirendir.
Naim Süleymanoğulu, Halil MUTLU hepimizin gururudur.
Müzik dalında, MesruMehmedov New York filarmonisiyle dünyayı ayağa kaldırdı. Geçen sene Şumnulu ikiz kardeşler İbrahim ile Hasan Malta'da düzenlenen EVROVİZYON yarışında ikinci oldular. Kırcaaliye bağlı Çernooçene (Karagözler)  lisesinden Bayse kızımız Dünya Satranç Birincisi oldu.
Bu başarılarımızı saymakla bitiremeyiz.
Şimdi biraz politik yapıdan söz edelim:Osmanlının bağrında mayalanan Bulgar politik yapılanması Tırnovo meclisinde 'liberaller'  ve'muhafazakârlar' olarak iki renkte ortaya çıktı, dedim. Sonra onlara Dimitır Blagoev'in, sosyal demokratları,'geniş' ve 'dar sosyalist-komünistleri' karıştı.
1990'da Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi kuruldu. Faşizm döneminde 
'lejyonerler' ağırlık kazandı. Sosyalizm yıllarında Çiftçiler komünist partisine 'koltuk değneği' oldu.
Şimdi Bulgaristan'da tescili yapılmış 400'den fazla politik parti var. Bunlardan 8'i mecliste temsil ediliyor. Dördü iktidar ortağı idi, şimdi ABV ayrılmış, 125 oyla 3 parti iktidardadır.1890'dan beri kurulan dağılan ama nasılsa bugünlere erişen siyasi parti ve fraksiyonların arasına 1990'ın 4 Ocak günü Bulgaristan Türklerinin Hak ve Özgürlükler Hareketi katıldı. Parti, 1960'lardan sonra Komünist Parti'nin Bulgaristan'da yaşayan Türk ve Müslümanların özgün kültürel hakları ve ibadet özgürlüğü ve Müslüman yaşam tarzına, adet ve geleneklerine bağlı olarak yaşamaya devam etme arzusunda kurulmuştu.
Direniş yıllarında toplam 44 dernek, kulüp, birlik, örgüt ve parti kurulmuştur.Şunu önemle belirmek istiyorum. Hak ve Özgürlük Hareketi kurulmasına giden yol Bulgaristan'ın totalitarizmden kurtuluşu ve demokrasiye açılma yoludur.
Bu direnişlerde Bulgarlar da atılım içinde olsalar da, Türklerin ve Pomakların direniş örgütleri ile Bulgar demokrasi ve insan hakları örgütleri arasında organik bağ kurulamamıştır. 1990'dn sonra Bulgar kamuoyu parçalanırken bu kopukluk hemen belirdi.
O zaman Demokratik güçlerle Türk özgürlük hareketi kaynaştırılmadı. Buna engel olan BKP'dir.  O zaman Demokratik Güçler Birliği (CDC) ile Halk ve Özgürlük Hareketi (HÖH) ün birleşip kaynaşmasından korktu.Söylemek istediğim bir gerçek daha var.
Gerek Bulgar, gerekse Türk ve Pomakların insan hakları ve demokrasi mücadelesi hele 'soya dönüş' zulmü yıllarında  
Bulgar gizli polisinin ve Rus dış istihbarat örgütü KGB gözünden kaçmamıştır. Bu yıllarda Türklerin ve diğer Müslümanların arasından toplam 3 bin 16 hafiye, rejim lehinde çalışmaya zorlanmıştır. Hainliği kabul etmeyenler yok edilmiştir. İdam edilen Türklerin sayısı henüz açıklanmamıştır. 
Hainliği kabul eden kişiler Büyük Göçte halkın evini, yurdunu elinin tersiyle itip, yola düşmesinde de kışkırtıcı rol görmüşlerdir. Bulgaristan'da toplumsal ilerlemenin mezarını totalitarizm kalıntılarıyla BSP-DPS hep birlikte kazdı.Diğer partilere gelince, bilinmesi gereken şunlardır.
1989'da totaliter rejimin çökmesi ve 1992'de Anayasa'nın 1. maddesi değiştirilerek. BKP'nin toplumdaki yönetici rolü kaldırılınca, Komünist Partisi hemen kılıf değiştirdi.
Bulgaristan sosyalist partisi oldu. BKP'nin ordu ve polis dışı, işçi köylü kadroları ve kitlesi partide kaldı. BSP 26 yılda 3 hükümet kurdu. 2 dönem Cumhurbaşkanı HÖH-DPS ile birlikte çıkardılar.Son yıllarda BSP ufalanmaya devam ediyor. Hele Bulgaristan'ın 2004'te NATO'ya ve 2007'de AB'ye alınmasıyla ve toplumun Moskova'dan kopma havasına girmesiyle BSP parçalanarak küçülüyor.
Halen mecliste BSP yalnızca 46 milletvekili var. 1 Kasımda yapılan yerel seçimlerde ilk defa İl belediye başkanı çıkaramadı. Başkan ve yönetim değişimi için Kurultay hazırlığı görüyor.
Pazar gün yapılan 46. kurultayında Başkan değiştirdi ve 1891'den beri parti başına ilk kez bir Bayan - Korneliya Manolova geçti.Hem Batıcı hem Moskovacı zihniyet oluşturup yeni lider yetiştirmek zor olsa erek.1990'da patlayan devrim dalgası Sofya meydanlarına 1 milyon 200 bin kişi çıkardı. O zaman Demokratik Güçler Birliği Kuruldu. 1997'ye kadar toplumun nabzını tuttu. Demokrat Jelü Jelev  ve Petır Stoyanov Cumhurbaşkanı oldular. zamanın geçmesiyle bu balonu şişirenin de gizli servis ve komünistler olduğu ortaya çıktı. Balon 1997'de patladı. Demokratik Güçler Birliği kırıntılarının bugünkü 5 yamalı '
Reformcu Blok' bileşiminde görüyoruz.
Onlar Bulgar meclisinde ilginç bir tablo sergilediler. Yarısı iktidarda ve 5 bakanlığı elinde tutarken, aynı birliğin motoru olan Güçlü Bulgaristan Partisi vekilleri ise muhalefettedir.
Bu erken seçimin kapı çaldığına başka bir işarettir.Dediğim gibi, hükmet ortağı olan ve topumu kökten dönüştürme hevesiyle Adalet, Sağlık, Ekonomi, Eğitim ve Savunma gibi en önemli 5 bakan koltuğuna da oturan bu siyasi kırıntı, kendisinin yerinde saydığı yetmezmiş gibi, topluma da yerinde saydırıyor. Son 26 yıl, hayat, Demokratik Güçler Birliği'nin toplumu totalitarizmden demokrasiye dönüştürebilecek bir kapasite sahip olmadığını gösterdi.
Fakat geçim sıkıntısına yenik düşen, ama umudunu yitirmeyen seçmen kitlesi, 1 Kasım yerel seçimlerinde Refomculara 3 ilde seçim kazandırdı.2001'de Bulgar siyasi arenasına, komünistlerce 1945'te çöplüğe atılan çarlık varislerinden II. Simiyon çıktı.
Onun, 50 yıldan sonra Madrid'den dönmesi, Moskova'nın biz tasarımı olarak değerlendirildi. Dedesi Ferdinand, Avrupa Saray sülalelerinden olsa da Rus Çarı II. Nikoay ile anlaşmış, babası III. Boris ise Hitler tarafından zehirlenmişti. Hariciyede bulunduğu yarım asırda KGB'nin gözü hep Simiyon'un üzerinde olmuştu.
2001'de Sofya'ya inmesi, bir platform açıklamadan, parti bile kuramadan, ben sizin maddi durumunuzu 834 günde iyileştireceğim vaadiyle başbakan olması, toplumun psikolojik durumunu kendiliğinden anlatan benzeri zor bulunur, büyük bir örnektir.Onun geri gelmesi ve halkın gözüne bir kısım renkli kül atması şüphesiz KGB ve yerli servislerin kurgusuydu. Bu balon da patladı. Ne var ki, Bulgar Doğu Ortodoks Kilisesi Sinod'u /Ruhsal Kurum/onun Çarlığını tanıdı. Pazar ve bayram ayinlerinde duası ediliyor. Simeon sayfası, sanki 2005'te kapansa da, Ekim 2016 seçimlerinde Cumhurbaşkanı adaylığının hem Moskova, hem Washington ve hem de Brüksel tarafından desteklenmesi muhtemeldir.Halen iktidarın orta direği ve ülkenin ana siyasi partisi olan Avrupa Vatandaşlığı İçin Bulgaristan Partisi-GERB Başkanı ve Başbakan BoykoBorisov Hükümeti devam ettirmekte. Yıllar yılı yaptığı iş TodorJivkov'u korumak olmuştu. 
GERB - Bulgaristan emekli Ordulu, polis, itfaiyeci, jandarma, onların yakınları vesaire tabakasın&

   
2016-05-17
YORUM YAP
Yorumlarınız onaylandıktan sonra yayına verilecektir. Uygun görülmeyen yorumlarınız yayınlanmayacaktır. Yasal zorunluluk olarak yorum yapan ziyaretçilerimizin IP bilgileri kayıt altına alınacaktır. Teşekkürler...

  Bu yazıya ilk yorumu yapmak ister misiniz?



yazarın diğer yazıları
- 15 Temmuz'dan Sonra...