Bu sayfadaki içerik, Adobe Flash Player'ın daha yeni bir sürümünü gerektiriyor.

Adobe Flash player Edinin


GÜNDEM POLİTİKA DÜNYA EKONOMİ SPOR 06 Aralık 2013
Mehmet E. GÖNCÜ
Mehmet E. GÖNCÜ kimdir?
İsveç’te yaşamaktayım. İlk üniversite eğitimimi elektrik ve elektronik bölümünde 1 yıl yaptıktan sonra yarıda bırakıp, 4 yıllık üniversite eğitimimi felsefe, sosyoloji ve din alanında yaptım . Daha sonra eğitimime sıfırdan başlayarak klinik neuroloji psikologluğu ve psikoterapistliği (Kognitiv Davranis Terapisi ,EMDR, Hipnoz) İngiltere'de bittirdim. Uzmanlığımı İsveç'te, klinik psikolojisi alanında, tezimi ise cinsel travma üzerine yazdım. Şu anda İsveç’te neuropsikiatri ve psikoterapi bölümlerinde çalışmaktayım. Gelecek yıl travma ve otism üzerine, uzun süredir üzerinde çalıştığım iki kitabımı yayınlamayı düşünüyorum. Evli ve iki çocuk babasıyım.
Email: [email protected]
  YAZARIN SAYFASI
Ahmet Arif
  "Tek kitapla peygamber olunuyor da şair niye olunamasın''  Ahmet Arif...

Ahmet Arif, 1927'de Diyarbakır'da doğdu , 2 Haziran 1991'de  daha 64 yaşındayken, Ankara'da bir dairede yallızlık içinde yaşamını yitirdi. Paranoyak denilen ruh hastalığına yakalanmıştı. Ölümünden önceki bir kaç yılda çekilmez hale gelmiş, kimseyi içeri almaz olmuştu, zehirlenmekten korkuyordu, ilaçlarını da, beni öldürecekler diye almıyordu.

İsterseniz Ahmet Arif'i kendisinden dinliyelim:
 

Gerçek ismim  Ahmet Önaldır.
Kürt bir ailenin oğluyum,  çocukluğum açlık, sefalet içinde Diyarbakır ve Şanlıurfa'da geçti. O zamanlar, 1934 yılında siverek ilkolulun'da öğrenciydim. O yıllarda bölgeyi kapsayan " türkçe konuş" kampanyası başlatılmıştı. Türkçe dışında başka bir dille konuşanlar karakollara götürülüp dövülmekte ve haklarında soruşturma açılmaktaydı. Siverek'te kanlıkuyu diye bir yer var, çok eski bir yapı orada bir karakol vardı . Iste tam orda karakolun önünde bir adamı yatırmışlar  adam yalın ayak , adamın ayağına, veriyorlar falakayı, adam "ya Muhammed" diyor, başka bir şey demiyor. Meğerse adam Arapmış. Insanlar dileri için dövülmemeliydi, kücük yaşımızda  bunu anlamıştık. Bu yuzden kendimi şiire verdim isyanımı, umutlarımı  hata gözyaşlarımı  bile şiirlerim'de Anadolu'ya yazdım.
 

1947 yılında yüksek öğrenim için dil ve tarih coğrafya fakültesi felsefe bölümü'ne kayıdımı yaptırdım.  O zamanlar  italyan komünist togliatti için yazdığım şiirimi çaldılar ki daha adını dahi koymamıştım, ve bir arkadaşımın evinde seksen adet kopyası bulundu ,bu yüzden de başım derde girdi. Hayatımda  bu gelişmeler olurken, şiirlerim kampüslerde, alanlarda okunmakta ve ezberlenmekteydi.  1951 yılı ekim ayında başlayan solcu avında benide işyerinden alarak götürdüler. Dokuz gün işkenceye maruz kaldım. Bu konuyla ilgili size bir anımı anlatayım:Hapishaneye götürülmek üzere ellerim kelepçeli,  iki yanımda iki jandarma trene bindik. kompartımana oturmuştuk; derken yanımıza diğer yolcular da gelip oturdular. Yolculardan biri bana dönerek  - suçun ne, neden gidiyorsun hapishaneye diye sorunca ? Gözlerim ıslak , sevdanızdandır dedim. Benim sevdam bütün Anadoluyaydı, Anadolu ve tüm dünya halklarına, perçemleri yüzüne düşmüş bir esmer kadına, pamuk toplayan çocuk ellere, fabrikada terini silen nasırlı ellere, mor bulutlara sahip bir dağ zirvesine, diyarbakır'a, Istanbul'a ve  kısaca yaşama ait ve ya yaşamın ait olduğu güzel ne varsa, onadır bu sevda :

Terketmedi sevdan beni,
aç kaldım, susuz kaldım,
hayın, karanlıktı gece,
can garip, can suskun,
can paramparça...
ve ellerim, kelepçede,
tütünsüz, uykusuz kaldım,
terketmedi sevdan beni..."

...."Sansaryan hanı'nda hücredeyim. çok hastayım.. sorgu uzun sürdü. ben dokuz numaralı hücredeyim. Benim bulunduğum dokuz numaralı hücreden bir lağım geçiyor. üzerinden ızgara, ne kadar akılsızmışım, lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyordum, tabii küçük sudan başka bir şey yok,çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlar. O da kuru bir şey, bir lokma bile yiyemiyordum. sadece su içiyordum. Sakalım göğsüme gelmişti, saçlarım keçe gibi olmuştu, kendimi merak ediyordum.Küçük bir kibrit çöpü buldum. onunla duvara çizgiler çizdim. böylece bir takvim yaptım kendime, şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama 128 gün saydım. Bulunduğum yerde güneş doğmuyordu...ve duvarlar, duvarlardan kan lekeleri.. tahtakurusu lekeleri.. bunların arasında da isimler. çoğumuz orada aylarca kaldık.  Çok iskencelere dayandım ama vucudum dayanamayacak hale gelmişti. Bu dönemde çıldırmak üzereydim ve bir takım sesler duymaya başlamıştım. Hastanede beni bağladılar. yatıştırdılar. orada doktora bağırtıları, sesleri anlattım. Arkadaşlarımın seslerini duyduğumu söyledim, tabi bunların hiçbiri olmamış. insanın bazı organları çalışmayınca öteki organları çok çalışıyor. hücrede gözümüz hiç çalışmazdı, hiçbir şey göremezdik, çok kısık, karanlığa yakın bir ışık vardı. Işte o zaman kulak çalışıyordu, kulakla algılıyordum ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor.
 

Bir gece yıldırım bir telgraf getirdiler, telgrafta şöyle diyordu: "baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum: annen arife(..) o an, yani telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum. Önce siz okuyanlar bilmesin diye yazmamayı düşündüm ama sonrada bilseniz daha iyi olur diye düşündüm. Hücredeydim, başımı yastığa koyduğum zaman ses duyuyordum ve bu ses: ‘Hâlâ kanayan kalbimi aşk ateşi dağlar' şarkısıydı. Kendi kendime dedim ki, 'ulan Ahmed, sen gidiyorsun. Bunalıma girmişsin. Burada bir şey olursa, delirirsen filan halk diyecek ki: ‘Korkusundan delirdi...Kalk, önüne geç bunun.  Hemen hastaneye yetiştiriyorlar, bir şans eseri ölümden dönmüşüm, üç hastane bu ölür diye almıyor, Kasımpaşa deniz hastanesi alıyor. Gözümü açtığımda iki gün geçmiş. O hastanede bana şok tedavisi yaptılar, bu arada Sabahattin adında bir çocuk anama mektup yazdı, "oğlan iyidir, sağlığı yerinde" filan diye. şoktan sonra beni sansaryan'a geri götürdüler. Orada fazla tutmadılar, harbiye'ye yolladılar. On yedi gün tabutlukta kaldım  duvar nemliydi, yosun bağlamıştı. kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. işte hala çekerim, sağ omzumdaki bu ağrı, o tabutluktan kalmadır. Tabi bana yazılan o telgraf düzmecedir. Babam  gerçekte daha sonra 1953 yılında yaşamını yitirdi .
içeriden şöyle seslenir Ahmed Arif;
"Haberin var mı taş duvar?
demir kapı, kör pencere,
yastığım, ranzam, zincirim,
uğruna, ölümlere gidip geldiğim,
zulamdaki mahzun resim,
haberin var mı?
görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
karanfil kokuyor cıgaram
dağlarına bahar gelmiş memleketimin.."

Cezaevinden çıktıktan sonrada hakkımdaki polis raporunda, özetle şöyle yazıyordu: 'Artık bu, yürüyen, yaşayan bir ölüdür!'
Çünkü bitmiştir Ahmed Arif.'  Ahmed Arif'e yapılan işkence, hiç kimseye yapılmamıştır. Çünkü, Ahmed Arif, kendisine küfür edildiği zaman, aynı şekilde polise karşılık veren birisi. Dünyanın en inatçı adamıydım. Polisler bana bir gün bir şiirini oku dediler , okumadım 'Beni öyle dövdüler ki!  Sonra istasyonun oradaki stadyuma  attılar. Orda bir kaç gün öyle, ölü durumda kaldım, çöpçüler gelip beni oradan kaldırdılar'.
   

Yüksek öğrenimini tamamlama imkanını bulamadım. Sürünmeye başladım. birçok işe girip çıktım. bir ara Abidin Dino iş ayarladı, fotokopi işi onu yaptım, sonra kömür dağıtımda çalıştım, ama hangi işe girsem polisler peşimdeydi, beni kovalıyorlardı.1956'dan itibaren birçok dergide düzeltmen olarak çalıştım ve şiirlerim yine birçok dergide yayınlanmaktaydı.
   

1967'de hayat boyu beraber yaşıyacağım Aynur hanım'la evlendim ve tek şiir kitabımı - hasretinden prangalar eskittim - 1968'de çıkardm. Tüm anadolu'da büyük bir ilgiyle karşılandı, bana bir  tek kitapla şair mi olunurmuş sorusunu getirenlere, "tek kitapla peygamber olunuyor da şair niye olunamasın? Cevabini hep verdim. Bana saldırıyorlardı, Ahmed Arif feodaldır, köylüdür, diye. Türk solu yapardı bu eleştiriyi. ‘Eğerki ‘Feodallik namuslu olmaksa, feodallik arkasızca acımaksa, konukseverlik feodallikse, mertlik, yiğitlikse feodallik, ben feodalim, feodalliği kabul ediyorum "şiir ise , bana mutluluk, sevinç vermiyor, içinde boğulacağım acılar veriyor.
 


Hayatının  geri kalan kısmında Ahmet Arif'in bir oğlu olur ve 1977 yılında emekliye ayrılır. Bu tarihten sonra mütevazi ve sakin bir hayat sürer ve 1991 yıllından itibaren yüreklerimizde yaşamaya devam eder.. 


Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadır böylesine yaşamak, tek başına.

Sağlıcakla Kalın

   
2013-11-30
YORUM YAP
Yorumlarınız onaylandıktan sonra yayına verilecektir. Uygun görülmeyen yorumlarınız yayınlanmayacaktır. Yasal zorunluluk olarak yorum yapan ziyaretçilerimizin IP bilgileri kayıt altına alınacaktır. Teşekkürler...

  Bu yazıya ilk yorumu yapmak ister misiniz?



yazarın diğer yazıları
- Getto