Dilek EJDER
|
|||
![]() ARAŞTIRMACI YAZAR, AFORİZMACI, RESSAM, BESTECİ VE ŞAİR; Zemherinin Kardeleni Sarıkamış'ta 31/ 12/ 1973 doğdu Ejderin Kızı; O tam bir sentez avcısı olduğu için Türkiye'nin hemen hemen her tarafını kaçış karış gezdi ve gördüğü tüm memleket tablolarını yüreğinin duvarlarına astı ve belleğine kazıdı. Altmışa yakın yazar ve şairler derneğine üye olup, birkaç yazar ve şair derneklerinin yöneticiliğini de yapan yazar çeşitli faaliyetlerde ve sosyal aktiviteler de hep başarı göstermeye çalıştı. Uluslararası analiz yolculuğu ise Amerika, Almanya, Dubai, Fransa gibi yerlerde soluk almıştır. 5 yaşında kalemiyle tanışan yazar, sonradan yazar olmak için değil elbet, edebiyatın mutfağından geldiği için pişirmiştir kendisini. Sadece kral değil ona göre bütün halk çıplaktır bazen ve krala çıplak olduğunu haykıran o çocuk gibidir her dem. Eserleri; Zemherinin Kardeleni Sarıkamış. Şehitlerin Ölmedi ki Türkiyem. Töre Esaretinde Aşk. Doğuda Kız Türkiye de Kadın Olmak. Ah Gülizar. Vee çok yakında sürpriz |
|||
YAZARIN SAYFASI | |||
Konya ve Bursa'ya Satılan Kızlar | |||
![]() MEMO İLE SEYRAN (1988) Son günlerde küçük gelinler yarası bir direnişe kanamaktadır yüreklerimizde. 1988 de kaleme aldığım bu yazım çok eski bir yazı olsa da, konu hep aynı yenilikte, acılar ise hep aynı tazelikte. Bu yazım sayfalar arasında yılların sessizliğine bürünüp kendi harflerine aklar düşürse de, sus pus, yazık ki konu hep aynı siyahlıkta ve hep aynı gürültüde. Bu gürültü son günlerde öylesine yüreklerimizi tokmakladı ki, bu acı sesin ağıtından ellerimiz kulaklarımıza yumuldu. Kapattık kulaklarımızı da, yüreğimizin sesine ne çare? O nedenle bende bu ihtiyar yazımı tekrar çıkartıp siz değerli okurlarımıza sunmak istedim. Bu yazım tüm okurları bilinmek bir dünyaya götürecek bir yolculuktur aslında ve o yolculuğa kesilmiş bir bilettir. Şimdiden herkese iyi yolculuklar dileyerek şunu da belirtmek isterim ki kurgu değil gerçek yaşanmış bir hayat hikayesidir, sadece isimler değiştirilmiştir. Hepsi bu. **** **** **** **** Kız evladı bir birey miydi ki bazı anaların babaların gözünde? Ahırlarında hayvanlarını sattıkları gibi, kızlarını Konya ve Bursa'ya gelin veren, sevda katilleri, analar ve babaları, haddimi aşarak şiddetle kınıyorum. Kendi rızası olmadan evlendirilen kızlar ne ahırlarındaki hayvanlarıydı, ne de köle pazarında alıp sattıkları köleleriydi. Zorla mal gibi verdikleri, kendi canlarından, kanlarından olan evlatlarıydı. Evlatları mı dedim? Yok canım, kalemim dili sürçmüş olsa gerek. Tabi bu zorla evlendirilmelerin adı kendilerince 'Satılmışlık' değil de, kızlarını 'Baş göz' edip evlendirmekti. Hadi ordan! Attıkları o başlık kendilerini kandırmaktı. Gerçek acı da olsa 'Konya ve Bursa'ya Satılan Kızlar' başlığıydı... Her ne kadar zihniyetsizlikten meydana gelen bu olaylar, şiddetle kınanan ve olmaması gereken durumlar olsa da, doğunun medeniyet kenti olan Sarıkamış'ın geniş ufku bu yanlışları köylerindeki bazı zihniyetsiz insanlara nasıl anlatabilirdi ki? Bu yanlış çizimler genel olmayıp, sadece bazı ailelerde uygulanıyordu. Uzaktan bakıldığında ağaçtaki birkaç meyve çürüğü nedeniyle, tüm meyve ağacının çürük olduğu düşünülür zaman zaman. Sanıldığı gibi olmadığının altını çizerek belirtmek istiyorum; ağacın sağlam tarafı her zaman çok sağlam ve insani çerçeve içinde baharlara ve yeniliklere aday her zaman. Aynı ağaçtaki birkaç çürük meyveyi de hadimi aşarak taşlamak istiyorum; zira onlar bana göre kader çizgisini karalayan, kör mantığın ve karanlık zihniyetlerin ressamlarıydı; bu ressamların çok yanlış çizimler yapıp, karışık ve de kapkara boyalar kullanarak bir çok dünyaları zifiri karanlıklara mahkum ettikleri aşikardı zira! Kanamalı direnişe 'İmdat' diyen acı hayatların mikrofonuyla, Zeyno'nun anlattıklarına yer vermek istiyorum. 'Çocuktum' diyor ve devam ediyor; 'Bazen Sarıkamış'ın Alisofu Köyü'ne, Konya'dan ve Bursa'dan birtakım adamlar geliyor, bir gecede nişan, düğün yaparak bazı kızları başlık parası karşılığında alıp götürüyorlardı. Bursa ve Konya'dan, kızlarımızı almak için gelen aileler eli ayağı düzgün damatları göstererek kandırıyor, fiziksel engelli ya da çok yaşlı adamlara götürüyorlardı. Kızlarımız baba evinden gelinlikleriyle çıkarlar, dönmek istediklerinde ise ancak kefenle dönebilirlerdi. Dönmek kızlarımızın ne haddine! Ne olursa olsun meçhule doğru gittiklerinde, koca diye karşılarına ne çıkarsa çıksın kabulleneceklerdi. Koca beğenilir miydi hiç? Yaşlı da olsa, engellide olsa, baba uygun görmüşse 'Tamam' denilecekti. Eğer kız isteksiz gibi görünürse, bu da babasına, atasına karşı gelmişlik olarak kabul edilir, kocayı beğenerek almak istediği öne sürülerek aile içinde ahlaksızlıkla suçlanır ve kötü bakışlarla damgalanırdı!' Seyran, köyün en güzel kızlarından olmasa da, Memo'yu, Memo'da Seyran'ı çok seviyordu. Seyran'ı hiç başka seven olmamıştı. Onu bir tek Memo seviyor, hem de çok seviyordu. Aşkın mucizesiyle gün geçtikçe Seyran'ın yüzüne güzellik geliyor ve gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Seyran'ın çok hiddetli bir annesi vardı. Kızının aşkını duyacak olsa, kendi öfkesinin yıldırımlarında darmadağın ederek, onun hayallerinde yapmış olduğu sevda kulesini başına yıkacaktı. Tüm köylü Seyran ile Memo'nun aşkını biliyorlardı lakin anasının ne şirret olduğunu bildikleri için, bu aşkı ona duyurmamaya çalışıyorlardı! Sisli bir sonbahar sabahıydı. Seyran kapılarının önünde duran tuz yalağı taşının önünde oturmuş, elinde bir küçük tahta parçası ise toprağa bir şeyler yazmaya çalışıyordu. Yanına giderek; 'Seyran abla, sen ne yazıyorsun?' duymuyordu. Tekrar yüksek bir sesle: 'Seyran abla sen ne yazıyorsun?' dediğimde irkilerek; 'Ben mi Zeyno? Ben Memo'nun adını yazıyorum!' 'Neden Memo'nun adını toprağa yazıyorsun?' diye sorduğumda, 'Bilmiyor musun Zeyno? Bu köyde kimseler sevdiğini alamıyor. Kim bilir belki ben de yarın Konya, yada Bursa'ya satılırım. O zaman Memo'nun ismini bu topraklarda bırakıp gitmeyecek miyim?' 'Seyran abla sen neden böyle konuşuyorsun?' 'Bilmiyorum Zeyno? Bilmiyorum? Bu gece bir rüya gördüm; ben bir elbise giyinmiştim; Memo ağlıyor, gözyaşları elbiseme damlıyordu...' dedi. Bursa ve Konya'dan bir takım adamları getirip evlilik çöp çatanlığını meslek haline getiren Ahmet ile Mehmet (isimler değiştirilmiştir) adında iki adam vardı. Bu iki şahsiyet kızların kara kâbusu, korkulu rüyalarıydı. Evet, Ahmet ve Mehmet Seyran'ın annesini arıyorlardı. Bunu gören Seyran'ın rengi benzi bir anda soldu ve Memo'nun adını daha bir deli toprağa kazımaya başladı. 'Memo, Memo, Memo' diyordu kendi kendine! Delirmiş gibiydi. Seyran'ın annesi ineklerini sağmış, ağzında sakızıyla balonlar patlatarak, sağdığı sütü makineye vuruyordu. Ahmet'le Mehmet Seyran'ın annesi Zero teyze'yi el işaretiyle yanlarına çağırdılar. Zero teyze anlamış gibi bir anda heyecana kapılarak, ellerini peştamalıyla silip Ahmet ve Mehmet'in yanına gitti. Duvar dibinde kıs kıs konuşmaya başladılar. Uzunca bir aradan sonra Seyran'ın annesi Zero teyze, bütün şirretli tavrıyla Seyran'a yaklaşarak: 'Kız, akşam gelip seni isteyecekler ha haberin ola' dedi. Seyran ağlayarak: 'Ana ne olur beni vermeyin' diye yalvardı. 'Kız sus sen nasıl konuşursun! Yoksa bir sevdiğin mi var? Yoksa babanın başını önüne eğdin de haberimiz mi yok? Kız seni öldürürüm' diye hiddet topuna döndü. Seyran hiçbir şey söylemediği halde onu ayaklarının altına aldı ve öldüresiye dövmeye başladı. Bir ara eline bir balta nasıl geçtiyse, sapıyla Seyran'ın her tarafını çürükler içinde bıraktı. Çocuktum; tir tir titreyerek izlediğim bu baltanın, kesici tarafının Seyran'a gelmemesi için dua ediyordum. Çocuk da olsam, o baltanın sivri tarafının benim de yüreğime değerek, acısını duyduğumu çok iyi anımsıyorum! Akşam olmuş, Bursa'dan misafirler gelmişti. Kapı komşu olduğumuz için bizde davet edilmiştik. Seyran'ı Allah'ın emriyle istediler ve aldılar. Allah kızları bu şekilde satılır gibi verilmeyi emretmemişti ki. Bu yanlış zihniyetlerin emriydi. Bir römork patates karşılığında Seyran'ı vermiş, bir de süt hakkı parası almışlardı. Adına başlık parası dense bu belki de kulağa daha hoş gelecekti. Süt hakkı, yani ananın kendi isteğiyle dünyaya getirdiği çocuğuna emzirdiği sütün hakkını alıyorlardı. Seyran'ı satın alan adamlar Seyran'a Sarıkamış'tan bir eflatun elbise, bir de beyaz ayakkabı almışlardı. Seyran'ın rüyası doğru çıkmıştı. Seyran ağlıyordu, Memo'nun yerine de ağlıyordu. Öyle bir ağlıyordu ki gözünü açınca gözyaşları sular seller gibi akıyordu Aras'tan Fırat'a, doğru; garip çobanın çaldığı kavalın sesiyle süzülüyordu bilinmez boşluklara. Ayrılık damlaları Seyran'ın elbisesinin üstüne yağıyordu. Seyran gelinlik giymeyecekti; çünkü Seyran satılmıştı, çünkü Seyran, anasının ağzında patlattığı sakızın umursamazlığında yok olmuştu. Seyranı verdikleri genç yağız bir delikanlıydı. Acaba Seyran'ı gösterilen o delikanlıya mı götüreceklerdi? Bundan Seyran da, kimseler de emin olamazdı. Hem o yakışıklı delikanlıya götürüyor olsalar bile, Seyran'ın gönlünde yakışıklı olmasa da Memo' su vardı. Memo bu haberi alıp çılgına dönse de eli kolu bağlıydı, Memo ne yapabilirdi ki? Memo karşı masada, Seyran ise gelin masasında bütün gece birbirlerine bakarak ağlıyorlardı. O gece Seyran'ın annesi Zero teyze, Memo'yla Seyran'ın birbirlerine bakıp ağlamalarından, birbirlerini sevdiklerini anlamış, her nedense yüreği sızlamış ve oda ağlamaya başlamıştı. Ya da kim bilir Seyran'a yaptıklarından dolayı vicdanı ağlatmıştı onu. Derlerdi ki; 'Gelin kızlar ayakkabısının altına yedi kızın adını yazarlarsa o yedi kızın da çok çabuk kısmeti açılır ve tez elden kocaya giderlermiş.' Seyran'a yaklaşarak: 'Seyran abla, sen neden hiç kimsenin adını ayakkabının altına yazmadın?' dediğimde 'Bak Zeyno, köyümüzde zaten birçok kızın adı Bursa ve Konya ayakkabılarının altına yazılıdır; keşke, keşke onları silebilecek silgilerimiz olsaydı asıl!' deyip yine derinlere dalmıştı. Ertesi gün sabahın ayaz kokan erken saatlerinde, Bursalılar Sarıkamış'tan bir römork patates getirmiş, karşılığında Seyran'ı alıp kendi kafesinden başka bir kafese götürmüşlerdi. Çocuk bedenim titriyor, Seyran'ın tuz yalağı taşının önünde oturup Memo'nun adını yazdığı tahta parçasını gördükçe, yüreğim daralıyor ve kaybolmuşluğun hissini yaşıyordum. Seyran'dan kalan o tahta parçasını alıp, toprağa; 'Ben böyle olmak istemiyorum! Ben böyle satılmak istemiyorum!' dediğimi anımsayarak, bana acı veren bu tahta parçasının kıymıklarının, yüreğime battığını hep hissetmişimdir hem de dünden bugüne. Bu köyde satılan kızların ardından kalan, onların sevdalarını yazan, binlerce tahta parçası vardı. Yine bu köyde, adı sadece topraklara yazılan ama yüreklere kazınan, sonu ayrılıkla biten binlerce sevda masalları vardı. Mezarlıklara bakıp düşünüyordum. İnsanlar ölünce mezara gömülüyor ve sonra da isimleriyle o mezarlıklarda belirginlik kazanıyorlardı. Neden bu köyde kızlarımız ölmeden adları yarım kalan sevdalarıyla sadece yazdıkları topraklarda kalıyor, topraklara yazılan bu sevda isimlerinin üstüden geçen Bursa ve Konya ayakları o yazılanları darmaduman edip, tamamen kaybolunmuşluklara terk ediyordu? Kızlar gidip bir daha hiç gelmiyorlardı. Aralarında nadiren de olsa yıllar sonra gezmeye gelenler olsa da, onların da gözlerinde kendilerini satan analarına, babalarına, ağabeylerine, köylerine ve bütün dünya'ya küs bakan sönük bir ışıltı oluyor, neden bir birey olamadıklarının acısını belirtiyorlardı. Seyranı yok etmişlerdi artık. Yıllarca Seyran'dan haber alınamamıştı. Yıllar sonra Seyran'ın annesi kızının yanına gitmeye karar vermiş, Seyran ve binlerce Seyranların kayıp kentlerine doğru yola çıkmıştı. Dönüşte Seyran'ın kendisine karşı bir yabancı gibi olduğunu söylüyor ve nedeninden dolayı kendini sorgulamaya ve yargılamaya gerek bile duymuyordu. Kendisini biraz yargılayacak olsa, Seyran'ı nasıl ağzında çiğneyerek patlattığı balonların umursamazlığında bir çiklet kadar kolay harcadığını anlayacaktı ama anlamak işine gelmiyor, kendini vicdan muhasebesine tabi tutmuyordu bile. Böylesi onun için çok daha kolaydı tabi. Seyran'ın ana babası hiç düşünmüşler miydi? Hiç tanımadığı insanların içine satılmış bir konumda giden Seyran, acaba neler yaşamıştı? Babasının evinde bir birey olarak görülmeyen Seyran, koca evinde bir birey olarak görülecek miydi ki acaba? Hıh! Daha bu olayı körpecik yüreğimle sindirememişken, köyde on üç yaşlarında bir çocuğun yine Bursa, ya da Konya'dan yaşlı bir adamla evlendirilmek üzere verildiği haberi yayıldı. Kızlarını kendilerince evlendirdiklerini sanan analar ve babalar, kabul etseler de etmeseler de, kızlarını evlendirmiyor satılıyorlardı. On üç yaşındaki bir çocuk, yaşlı bir adamın karısı olacaktı! Nasıl paylaşacaktı kendisini, dede diye hitap edebileceği birisiyle? Oluşmayan bedeniyle nasıl kadın olabilecekti? Henüz çiğ düşmemişti göğüslerine, nasıl paylaşacaktı körpecik bedenini, dedesi yaşında biriyle nasıl? Olgun bir kadın kendisinden çokça büyük birisiyle evlilik yapabilir, ama bedeni olgunlaşmayan bir çocuk düşünüldüğünde, bu sadece sapıklık değil de nedir? Satılan bu küçük kız, gariptir ki halinden çok memnun, satılmışlığının farkında değil gibiydi; çünkü o hep böyle görmüştü. Belki de o kendini böylece, artık büyümüş bir genç kız olarak görecekti. Hani vardır ya ergenlik dönemlerinde ergenler sigara içerek büyümüşlüğün tavırlarını sergilerler ya, çabuk büyüme psikolojisiydi belki de. Ve soruyordum hayata 'Neden Seyran bir römork karşılığında verilmişti?' Bu bir gelenek ya da töre değildi ki. Bu yoksulluğun insan hayatına geçirdiği dişlerimi, yoksa yüreklere batırdığı tırnaklarımıydı. Kim bilir? Belki de bu yoksulluğun çaresizliğiydi, çaresizlikse insanların hayatına geçirdiği kocaman bir diş miydi? Bilemiyorum ama bu olanların adı ne olursa olsun mayası vicdansızlık ve sapıklıktı. Takdir sizin. DİLEK EJDER |
|||
![]() ![]() ![]() |
|||
2014-02-14 | |||
|
|||